01.02.2021 / İzmir / P.S.25
Sevgili Nilgün
Uzun süre oldu sana yazmayalı. Daha doğrusu kendi kendime seninle konuşmayalı. Söylemiştim… “Cevapsız Mektuplar” yaptığım bu kendime. Bilmiyorsun, yağmurlar çok az yağdı bu kış ama yine de çocuklar büyüyor. Mahallemiz de bir hafta önce Dünya’ya bir bebek geldi. İsmini Devrim koydular. Dur hemen telaş yapma Nilgün, 80’ler geçti. Artık insanı umursayıp öldüren sistemler yok. Artık doğrudan isimlerimizi siliyorlar. Bak mesela muhtarın karısına “muhtarın karısı” diyoruz. Mahallede kimse onun ismini hatırlamıyor. Ve sanırsam yakında bizim muhtarın da ayağını kaydıracaklar, öyle konuşuluyor dedikodu kazanlarında. Onun da ismi silindi şimdiden ışıklı pavyon tabelalarından. Korkuyorum ki yakında hepimiz birer betimleme olacağız. Devrim hariç tabi… Onun hala vakti var.
Hikâyeler yazmak istiyorum Nilgün, artık bana hikâyeler anlatmanı istiyorum. Söylemiştim zaten bir kaç önce ki mektupta “Yazmanın ne denli parçalayıcı yanı var” diye. Mevsimden dolayı sanırım, başımda da öne doğru bir ağırlık ve ağrı yine. Sanki tonlarca uyuşturucu içmişim ve gözaltlarım mosmor, öylece yürüyorum yağmurda gibi… Şu an sana bunları yazarken sol kolumu yukarı da tutuyorum. Hemen aklına kan gelmesin. Sol elimde mahallemizin yazarının yazdığı bir oyun var. Bitirdi en sonunda ve bana getirdi oynamam için. Hayır, olmaz gibi cevaplar veremediğim için ezber yapmaya çalışıyorum. Bu arada oyunda ki karakterlerin hepsi mahalleden. Benim rolüm de Ben’i canlandırmak. Yine de böyle sahne perde seyirci falan düşününce insan heyecanlanmıyor değil… Bu yüzden kendimi ezberlemeye çalışıyorum. Ne de çabuk unutuyormuşum oysaki.
Bana ne kadar uzaksın bilmiyorum Nilgün. Ki “uzak” ne demek bilmiyorum. Mesela iki satır arası uzak mı? İki kadeh? İki göz? İki söz? “Ses, bilmeyen için ne kadar uzak” demiştin. “Sonra buradan giderdim bir hiç için” demiştin. Hala acıyor okuduğum dil, sol elim, fesleğenlerim. Hala yayılıyor odamın içine hüzün, kılcal damarlarımdan beni zehirleyerek…
Sevgilerimle
Mert Kişot