15.02.2020 / İzmir / P.S.26
Sevgili Nilgün
Yazmak nedir? Hiç düşündün mü? Bence ellerim çürüyecekler diye bağırıyorlar. Çok yazık! Onlar da biliyorlar çünkü. Bilmeyen kalbim. Çok yazık. Sanki tek bir şiirle bütün Dünya’yı yıkabilirim gibiydi. Oysaki tek bir kirpik bile kıpırdamadı burada Nilgün. Hani nerede nesnelerin etkileşimi? Nerede düşüncenin gücü? Düşününce varmıyor insan bir yere. İnsan düşününce yol oluyor, yola karışıyor. Neden yanlış anlattılar ki eski sinemacılar bizlere? Neden vizonteleyi incelttiler… Ruhu ağır olanın bedeni hafif olsa ne! Zaten öyle kalmayacak mıydık? Neden benzedik içinde biz olan şeylere? Neden yabancılaşamadık anlamıyorum. Kötü bir kavram mıydı yabancılaşmak. Mesela sen “yabancıların en yakınıydın” diyordun. Ben senin gözlerine hiç bakamadım. Belki yaşasaydın… Tamam. Fazlasını söylemeyeceğim. Ama doğacağımı biliyordun. Senin gibileri biliyordun ve öylece çekip gittin. Bizlere bir takım sesler bıraktın. Tanıdık geldiler ve eve götürdüm. Ektim ve büyüttüm. Görünüşü bir mektup, bir şiir aldı. Bazen kendimi tek bir şiirle öldürebilirmişim gibi geliyordu o zamanlar.
Kalbim nerede? Kalbim olmadan nasıl ölebilirdim?
Bazen, büyüyünce şair olacakmışım gibi hissediyordum kendimi. Çocukça yitirilmezsem, belki yanlarınızda bir kitap olarak kalırım diye düşünüyordum. Bazen işte, anla beni. Bu insanlar, mutluluk zehri içmek istiyorlar Nilgün. Biliyordun, uğraşmadın… Bu yüzden çölün ortasında oyunlar kurdun. Ben çok susadım Nilgün. Sen çok su içtin. Etrafında yeşereceğim tek bir damar yeter diyorum böyle olunca.
Yüzümü unuttum o yönde. Farklısın dediler güldüm. Hani nerede? Palavra! Yüzümü onlarda bıraktım, yeni yüz takındım. Uyuklayarak mektubun sonunu nerede bıraksam diye çabaladım. Uyku treni geldi. Düştüm…
Sevgilerimle
Mert Kişot